Psikiyatr, yazar Dr. Fatih Altınöz'le üzerinde yaşadığımız toprakları konuştuk.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Derya Tolgay: Herkese merhaba. Açık Radyo’da Dünya Mirası Adalar programını dinliyorsunuz. Ben Derya Tolgay.
Nevin Sungur: Ben Nevin Sungur.
D.T.: Bugün çok kıymetli bir konuğumuz var. Heyecanla onu hemen takdim etmek istiyorum. Psikiyatr, yazar Fatih Altınöz. Fatih, merhaba, hoşgeldin!
Fatih Altınöz: Merhaba, hoşbulduk.
N.S.: Hoşgeldiniz Fatih Bey.
F.A.: Hoşbulduk.
D.T.: Fatih normalde çok fazla programlara çıkmıyor, davetlere de biraz mesafeli davranıyor. Bizim çok eski zamanlara dayanan arkadaşlığımızdan dolayı bu teklifi kendisine ilettiğimde kabul etti. İşlerinin arasında davetimizi kabul ettiği için teşekkür ediyoruz. Fatih, istersen önce dinleyicilerimize seninle ilgili bilgileri aktarayım. Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, İstanbul'da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde psikiyatri ihtisasını tamamladın. Psikiyatride temel ilgi alanın sosyal psikiyatri. 1992 - 1998 yılları arasında efsane Şizofrengi Dergisi’ni yayınladın. Derginin sloganı olan ‘Hala ve daima, bütünüyle kuşkudayız’, bugün de kulaklarımızda ve hala çok güncel. Bu arada, bir küçük hatırlatma da yapalım; bu paylaştığın linkler senin sitende var, biz de bunları kendi sosyal mecralarımızda, Dünya Mirası Adalar’ın Facebook, Instagram ve Twitter hesaplarında paylaşıyoruz. Aynı tarihlerde Türkiye'nin psikiyatrideki ilk hasta hakları örgütü olan ve şizofrenisi olan kişiler tarafından yönetilen Şizofreni Dostları Derneği’ni kurdun. Günlük hayat üzerine makalelerin çeşitli gazete dergilerinde yayınlanıyor. Yedi kitabın var. Üç uzun metrajlı film senaryosu yazdın. Bunlardan birisi olan “Güle Güle” filmi, Senaryo dalında Altın Portakal Ödülü’nü aldı. Halen psikiyatrist olarak kuşak çatışmaları, depresyon ve anksiyete üzerine çalışmaktasın. Şimdi bir soru ile değil de, senin bir anınla başlamak istiyorum. Çünkü benzer dönemlerde ben de doktor eşi olduğum için, eş durumumdan, 1983 yılında ziyaret ettiğim bir Orta Anadolu kasabasında benzer şeyler yaşamıştım. Bu anınla başlamak ister misin? Lütfen söz senin.
F.A.: Aslında bu anım, genel seçimlerle ilgili olduğu için çok da güncel bir anı. Ben, 1986 yılında mecburi hizmete gittim. O zamanın Kenan Evren rejimi, de facto bir şekilde bizlere mecburi hizmet zorunluluğu getirdi. Yani biz, tıp fakültesine girdiğimizde bunu bilmiyorduk. Eğer bu mecburi hizmete gitmezseniz diploma da alamıyordunuz. Neyse, çektiğim kurada Doğu Anadolu'da bir köy çıktı. Çoğu toprak, damlı evlerden oluşan, otuz haneli bir köy. Suyu yok. Elektrik, kar tipiye dönerse gelmiyor. Çok ağır dış koşullar yüzünden, kışın yollar kardan kapanıyor. Böyle bir köydeyim. 1987 yılında genel seçimler var. Köyde sağlık ocağında sandık kuruldu. Ben de oradaki pozisyondan dolayı sandık kurulu görevlisi oldum. Bu arada, köyde iki öğretmen var. Birincisi, zor bela bir lojman yaptırmış, orada kalıyor. İkincisi, geldiğinde köyün içinde tuvaleti olmayan, suyu zaten olmayan bir evi, bayağı astronomik fiyatla ona kiralamaya kalkmışlar. O zamanlar yaşımız da genç, böyle yerlerde can yoldaşına da ihtiyaç duyuyor insan. Ben de o öğretmene benim viranede kalmayı teklif ettim. Yani benim kaldığım yer de lojman ama odunluktan hallice, yıkık dökük bir yer. Öğretmen benden daha genç ve tanımadığım birisiydi. Ama şansıma çok kafa dengi çıktı. Beraber, –30'lara varan hava koşullarında, küçücük bir odada yaşamaya başladık. Sağlık ocağına on bir köy bağlanmış ama hava koşullarından dolayı kimse gelemiyor. Bu yüzden hasta da yoktu. Yani düşünün, yeni mezunsunuz, doktorluk yapamayacağınız bir yere gönderiliyorsunuz ve küçücük bir odada, bir öğretmenle beraber sohbet ederek günlerinizi geçiriyorsunuz. Neyse, seçim günü sandık kuruldu, oylar verildi. Sonra da sayıma geçildi. En yüksek oyu, o zamanın partilerinden Refah Partisi (RP) aldı. Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) emsali olan Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP), %70 oyla ikinci; %30 oy alan Doğru Yol Partisi (DYP) de üçüncü parti oldu. Sosyalist Halk Partisi (SHP) ise iki oy aldı. “Bu iki oyu olsa olsa doktorla öğretmen vermiştir, kim olur başka,” diyerek, bizim verdiğimizi köy ahalisi hemen anladı. Fakat Ecevit’in partisi Demokratik Sol Parti'ye (DSP) de iki oy çıktı sandıktan. Köylüler bu iki oyu kimin verdiğini bulamadı ve bunun için istihareye yattı. Ben arada, “Bulabildiniz mi?” diye soruyorum, “Yok ama bulacağız,” diyorlar. Aradan bir hafta geçti, muhtarı gördüm, “Kimmiş ya DSP'ye oy verenler?” diye yine sordum. “Ya bizim İzzet var, ya allahın delisi, o vermiş. Bir de karısına verdirmiş,” dedi. Köy böylece rahatlamıştı. Velhasıl o zaman Anadolu’nun derinliklerinde, köyün iki okumuşu ve iki delisi dışında, genel tablo bu şekildeydi. 1987 yılından bahsediyorum. Ama çok fark etmiyor.
N.S.: Benim bu hikayede köylülerin bir viraneyi fahiş fiyatla kiraya vermek istemeleri dikkatimi çekti.
F.A.: Tabi, tabi. Yani içinde tuvalet yok, zaten su yok ve maaşın yarısı kadar kira isteniyor.
D.T.: Bu mecburi hizmet, senin de dediğin gibi, siz tıp fakültesine başladığınızda bir koşul değildi. Ve bu mecburi hizmeti yapmak istememe gibi bir seçeneğiniz de yoktu. Diplomalarınız verilmiyordu. Mesela dışarıda ihtisasını ayarlamış olsan dahi, diploman olmadığı için gidemiyordun tabi. Bunları ilk defa değil, tekrar tekrar yaşıyoruz. Kafayı aynı yere vuruyoruz yani. Tımarhane en emniyetli yer olabilir mi bu durumda? Soru başlığımız bu olsun.
F.A.: Bu, böyle son dönemlerde artan bir durum değil. Türkiye adım adım buralara doğru geldi. Bize o zaman diploma vermiyorlardı. Hani fenni sünnetçilik yapabilir miydik, ya da bir sağlık memuru olabilir miydik tıp fakültesi mezunu olarak, bilmiyorum. Biz sürgün gibi gönderildiğimiz yerde çalışabiliriz, ona itirazım yok. Genciz, yaparız. Ama demin anlattığım gibi, benim köyümde hasta yoktu. Otuz hane köy, üç yüz nüfus. Her hanede on kişi var. Öteki köylerdekiler gelemiyor. Sekiz ay her yer kar altında çünkü. Böyleydi mecburi hizmet işte.
Tımarhane bu kadar problemli bir yer değildir
Tımarhane sorusuna gelirsek, orası herkesin birbirine saldırmaya ya da kesmeye hazır, bir sürü yoldan çıkmış kişinin kaldığı, çok tekinsiz bir yer olarak görünüyor. Halbuki sonuçta bir tedavi grubundan bahsediyoruz. İnsanlar iyileşmek için orada bulunuyorlar. Yani kendi dertlerinden ötürü oraya gelmişler. Belki bazıları rahatsızlığın şiddetinden dolayı metazori getiriliyor ama birçok insan oradaki süreçten sonra kendini daha iyi hissediyor. Ve ben kimsenin orada hırsızlık, arsızlık yaptığını, birine arkadan saldırdığını ya da kötülük düşündüğünü görmedim. Beton kulelerinin arasında yaşanan ve sağlıklı addedilen hayatın tersine, bahçe içinde, kimsenin kimseye ilişmediği bir ortam. İhtisas dönemimi orada geçirdiğim için bildiğim ve böyle hatırladığım bir ortam yani. Tabii ki sıkıntıları da olan bir ortam. Türkiye'yi tımarhaneye benzetiyorlar ya, bence oraya haksızlık ediyorlar. Yani tımarhane bu kadar problemli bir yer değildir. Benim kişisel görüşüm böyle.
N.S.: Orada kurallar var en azından ve bu kadar kutuplaşma yok. Şimdi sizinle, seçimlerin hemen sonrasına denk gelen bir programda konuşuyoruz. Seçimler öncesinde yaşananlar, aslında bir toplum için kaybetmek ya da kazanmak anlamında bir travma değil mi? Müthiş bir kutuplaşmanın yaşandığı, çok yoğun bir süreç bu süreç. Çok öfkeli diller kullanılıyor ve toplum gerildikçe geriliyor. Arkasından gelen seçimde kaybeden kendi üzüntüsünü yaşıyor. Tamam ama bu ağır süreç hepimizi çok yıpratıyor. Bir toplumun devamlılığında, bütün bu yaşananların kalıcı etkileri ne oluyor sizce? Yani bu tür travmalar toplumların dinamiklerini nasıl etkiliyor?
F.A.: Aslında şöyle bir sorun var burada. Neden psikiyatri bu sorunun doğrudan muhatabı oluyor? Oradan başlamak lazım. Psikiyatri aslında tıp içerisinde bir bilim alanı. Tıbbın mottosu, ‘hastalık yok, hasta var’dır. Biz bireysel bir model içerisinde eğitiliyoruz. Bu, tabi liberal tıp anlayışının da getirdiği bir şey. Toplum sağlığı, ayrı bir ihtisas alanı olarak bir yere itelenmiş. Tıp öğrencileri de bu okula iyi puanlarla girmiş, akıllı başlı insanlar, kadınlar ve erkekler. Tıbbın diğer dalları, toplumsal alanı tamamen bir ihtisas alanı olarak gördüğü için, herhangi bir rahatsızlığın toplumla ilişkisini kuramıyor. Psikiyatrinin ayırt edici özelliği ise burada. Psikiyatride de gene bireysel bir bilgi akıyor size ama arkada toplumsal art alanı görüyorsunuz. Yani aileler, sosyolojik alt kümeler filan. Fakat bu da, bu tarz sorulara cevap vermeye aslında yetmiyor. Niye? Çünkü psikiyatri eğitimi almış, belli bir deneyim sahibi beş kişi burada otursak, beş benzemez cevap alabilirsiniz. Aslında ideali şöyle olmalıydı. Zaten bu, genel olarak bizim yaşadığımız problemlerin de bir uzantısı. Toplumsal ruh sağlığı alanını oluştururken, içine diğer disiplinleri katarak, yani psikiyatriden halk sağlıkçısına, sosyoloğuna kadar, hep beraber bir akademik alan olarak burayı organize edebilseydik, bu sorunuza çok daha güçlü yanıtlar verebilirdik. Ama bunlar olmayınca, her psikiyatristin kafasından ayrı bir ses çıkıyor.
Bizim küçük burjuva ruhumuz coşkuyla yılgınlık arasında, ara katlarda durmayan bozuk bir asansör gibi
Şimdi eğer güncel olana dönersek, benim gördüğüm şu; iki aşamalı bir seçimin birinci aşaması geçmiş durumda. Yani bir seçim kaybedilmedi henüz. Fakat bu beklentiyle ilişkili bir şey. Şimdi bu beklentiyi ne doğurur? Bana bu soruyu kişisel olarak sorarsanız eğer, Türkiye ölçeğinde son mutlu olduğum seçimler 1977 seçimleriydi. O zaman da Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) - Millî Selamet Partisi (MSP) koalisyonu vardı. Bir daha ben, herhangi bir seçim sonucuna dair bir mutluluk anı hatırlamıyorum. Yani öyle bir coşku içerisinde, her seçimde başarıyı yaşamış ve şimdi bu noktaya gelmiş bir halde değilsin. Bütün tarihsel dönemler birbirinin arkasına geldi. Bence bu bizim ülkemizde, Cumhuriyet döneminden itibaren var. Bir çok edebiyat eserinde de görüyoruz. Mesela Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanının bir bölümünde bunu anlatır. Bizim küçük burjuva ruhumuz coşkuyla yılgınlık arasında, ara katlarda durmayan bozuk bir asansör gibi. Ya da bir fanatik takım taraftarlığı gibi. Giyinip kuşanıp, atkılar, flamalar maça gidiyorsunuz. İlk yarı eğer iki sıfır bitmişse, bugün yaşadığımız gibi, ‘oyuncuları niye böyle aldı?’, ‘bunu niye oynatıyor?’ filan diye teknik direktöre söylenmeye başlıyorsunuz. Ya maçın daha ikinci yarısı var. Tamam netice öyle olunca üzülelim ama o zaman yapalım bunu. Bu kadar erken yılgınlık, daha çok fanatik takım tutkusu gibi bir şey. Bana gerçekçi gelmiyor. Benim bugün gördüğüm şu; çok erken yıkılan, çok erken uçan, çok erken devrilen bir yapı. Ama bu da bence çok yapıcı bir katkı sağlamıyor. Şu anki sonucu nesnel olarak kabul edelim. Yirmi dört buçuk milyon oy, muhalefet oyu var. Bu, Avrupa'da ortalama bir ülkenin çoğundan daha yüksek bir nüfus demek. Bu nasıl bir mutsuzluk, ne kadar büyük bir umutsuzluk doğurabilir? Tamam bir beklenti vardı. Bu beklenti de biraz anket şirketlerinden dolayı oluştu. Ama hangimiz anket şirketinin örneklerini nasıl bulduğunu soruyor? Yani her gördüğümüz şeyle böyle bir kabulü ateşlendirmemek gerek bence. Anket ancak bir tutumu belirler, neticeyi değil. Dolayısıyla, bu çok yüksek dozda bir yılgınlık ve bence bunun halledilmesi, çözülmesi gerekiyor. Yönetilememesi de bence bunu pekiştiriyor. Ama bu bir siyasi arena ve önümüzde daha 12, 13 gün gibi ciddi bir süre var.
D.T.: Neoliberalizm... Çok pardon, ben böyle araya girdim. Çünkü beş dakika falan gibi bir süremiz kaldı. Özetle neoliberalizmden bizi bir psikiyatrist ya da psikiyatri koruyamaz. Bunu anlıyoruz. Gerçekten insanı lime lime eden bir sistem neoliberalizm. İçinden çıkılamayan bir zaman dilimi. Uzun senelerdir bu sistemin içerisinde yaşıyoruz. Muazzam bir çevre tahribatı, iklim krizi ve ona eşlik eden ruh sağlığımızın bozulması. Hepimiz epey hastalandık. Bizlerin bu süreçte, başka bir sonucun çıkmasını beklemesinde bir tuhaflık var sanki değil mi? Onu işaret ediyorsun.
F.A.: Evet, bu gökten zembille inen bir durum değil. Bu adım adım oluşagelen bir süreç. Sadece biraz hızlandı ve bu bizi daha çok silkeliyor, daha çok zorluyor. Sonrasında daha da dijital bir çağa giriyoruz ve o çağ bundan daha iyi olmayabilir. Sonuçta bu hayattan bir tane daha yok önümüzde. Demin söyledim, benim bu duruma bir reçete vermem mümkün değil. Ama bize iyi gelen işleri sürdürmemiz lazım. Tamam ‘polyannacılık’ oynamayalım ama bardağın dolu tarafını da görelim.
N.S.: 90’lı yıllarda yani 1992 - 1998 yılları arasında dönemin en kült dergilerinden birisi olan Şizofrengi’yi çıkarttınız. 27 sayı, üç ek olarak çıkarttınız. İçerik itibarıyla en özgün örneklerden biriydi Şizofrengi. Çok başarılı bir dergiydi ve ne yazık ki o dönemde kimse onu tam olarak anlayamamıştı. Şizofrengi’nin son sayısında, neden bittiğine dair yazdığınız yazı beni çok etkilemişti. Şöyle diyordunuz, “Artık kuşkuda değiliz, bütünüyle eminiz. Bize altı yıl boyunca dergi çıkarma itici gücü veren düşünce değişti ve bir süredir kuşkumuz da bittiğinden dolayı dergiyi çıkarma heyecanımız azaldı. Artık kuşkuda falan değiliz. Altı yıl önce toplumun dışındaki bir duvarın ardında gözetim alınan şizofreni benzeri insanlık hallerinin artık duvarın dışına taştığını, globalleştiğini görüyoruz.” Son olarak da diyorsunuz ki, “Artık belirsizlikler çekildi. 20 yıl sonra her şeyin bugünkünden çok kötü olacağını biliyoruz.” Başlangıçta Derya'nın bahsettiği gibi, bu tımarhanenin duvarları yıkıldı ve aslında şu anda yaşadığımız hayat, sanki biraz önce anlattığınız örnekte olduğu gibi. Yani deliliğin yaygınlaştığı bir dünya içinde yaşıyoruz. Neoliberalizm, dünyanın gidişatı vb.... Siz o yazınızla, o günden bunu öngörerek, tarihe not düşmüşsünüz.
Sokakta kaldığınızda değişimin aslında hiçbir şey olmadığını görüyorsunuz
F.A.: Bu sözlerinize, uzun bir yanıt vermek belki daha sağlıklı olur ve daha çok hakkını verirdi, ama aslında sokakta olmakla ilgili bir şey var. Yani bizim alanımızdaki hekimler, daha çok orta sınıftan gelen insanlar ve daha çok para kazanıp başka bir sınıfsal ortama geçmeye hızlı bir şekilde yatkınlar ve oraya doğru da gidiyorlar. Ama sokakta kaldığınızda değişimin aslında hiçbir şey olmadığını görüyorsunuz. Bahsettiğiniz o yıllar için ‘bilgi toplumu’, ‘yeni yüzyıl’, ‘her şey şahane olacak’ diye yazılıyordu. Ama 1993’te Madımak Olayları oldu. Madımak basit bir şey değil. Ben o zaman dergide yazmıştım. O dönemlerdeki bütün toplumsal olaylara bakıldığında, hiç de öyle umut açıcı bir şey olmadığını görmek için çok da öyle derinlere gitmeye gerek yok. Biraz dışarıda olmak yetiyor bence. En azından biraz dışarıda kalabilmek ve bütün bu yalancı toplulukların içinde olmamakla ilgili bir şey. Çünkü Türkiye, yalancı topluluklardan oluşuyor. Entelijansiya, islamcı kesim, milliyetçiler, sosyal demokratlar, daha sol kesim... Ben açıkcası o zaman da, bugün de kendimi bütün bunların dışında bir yerde görüyorum. Yani onunla ilgili olabilir özetle.
D.T.: Ortak dostumuz Fatih Artvinli’nin sana iletmemi istediği bir sorusu var. ‘Cumhuriyetin 70. yılında mı daha deliydik, yoksa 100. yılında mı daha deliyiz, ne oluyoruz?’ diyor.
Türkiye'deki genel ruh halindeki patolojiler bir günde olmuyor
F.A.: Fatih'e çok sevgilerimi iletiyorum. Çok değerli bir dostum ve adaşım. Demin söylediğim gibi, Sabahattin Ali, öykülerini ya da romanlarını yazarken içinde ölen bir çok şey var. Sadece o değil tabi, Yakup Kadri’de de var. Ama Sabahattin Ali daha çok etkiledi beni bu konuda. 1940’tan bahsediyoruz. Yani 1973 ya da 1993 veya 2023 değil. Yani Türkiye'deki genel ruh halindeki patolojiler bir günde olmuyor. Zaten belki insan için uzun, ama topluluklar için çok uzun bir zaman değil 80 sene, 100 sene. Bunu geriye doğru, nereye kadar götürebiliriz, bilmiyorum. Ama ben Cumhuriyet döneminin içinde, şu an yaşadığımız bütün bu ayrışmaların ipuçlarının olduğunu düşünüyorum. Yani doz artmış olabilir. Yoksa niteliksel olarak aynı hatta gidiliyor.
D.T.: Bir soru daha sorabilir miyim Nevin?
N.S.: Tabi ki.
D.T.: “Bu hayatta insanlara ışığını değdirmek çok değerli,” diyorsun. Gerçekten bunu biraz açar mısın? Çünkü artık her yerde, televizyonda, orada burada gördüğümüz adamlar narsist, psikopat ve devamlı alkışlanır haldeler.
F.A.: Tolstoy’u çok önemsediğim bir dönemde, onun bütün kitaplarını okumuştum. Tolstoy hayatı sorgulayıp, ‘insan olalım, küçülelim’ falan derken kendini peygambere evrilmiş. Hatta eşinin günlüklerini yasaklatmış. Onlarda da çok trajik şeyler var. Şöyle ki, yazı üzerinden bir peygamberlik kurmaya çalışmış. Eşi günlüklerde şöyle anlatıyor, “Ben çocukları tek başıma büyütürken, o odun kesmeye giderdi. Tarih de onu ‘hiç kimseye işini yaptırmazdı, bütün işini kendi yapardı’ diye yazacak. Oysa ki o hiç kimseyle ilgilenmedi.” Buralarda çok tuhaf şeyler var. Detaya girmeyeceğim ama bu medyatik ortamlardan ya da birtakım eserler üreterek kendini büyüten kişilerin, varlıkları yerine insanlarla kurduğu yakın ilişkilerde sınanabileceği kanaatinde olduğum için yazdım onu. Yakın ilişkilerde neredeyiz? Mutlaka aksıyoruz ama onu bir üste taşıdığımızda yani ikinci, üçüncü halkalara gittiğinizde bir aracı kullanıyorsunuz. Bu aracılarda ilüzyon var. Yeni çağda, o efendi köle ilişkisinde de oralardan biraz rüzgar alınıyor açıkçası. Ben, o en yakın ilişkilerde kalmak gerektiğini düşünüyorum. Deminki Nevin Hanım'ın sorusuna da belki ek olabilir. Yani bütün bunların dışında duruyorum. Kişisel olarak bir şeyi bildiğimden değil. Teorik olarak da küçük topluluklar içerisinden bir şey üretebilecek mi, bundan da çok emin değilim. Ama mümkünse oralarda olunabileceğini düşündüğüm için o yazıyı yazmıştım.
N.S.: Hepimiz Ada’da yaşıyoruz. Bütün bunlardan kaçtığımız için mi? Sizin küçük topluluk dediğiniz, o küçük topluluklara mı sığınıyoruz biz de sizce?
F.A.: Bilmiyorum ama sonuçta Ada her zaman ütopya sembolüdür benim için. Thomas More’dan itibaren, Mahir Çayan'a, Aldous Huxley’e kadar... Güncel olarak sizin deneyiminiz nasıl bilmiyorum ama ben hakikaten samimeyetle bu ütopya peşinden geldim, distopya olmasa da... Yani o şeyi koruyamıyoruz madem. Artık...
N.S.: Çaba göstermeye devam edeceğiz o zaman.
F.A.: O kadar evet, bence de.
D.T.: Senin ‘Absürt Yeni Dünya’ adlı bir yazın vardı. Şuraya not etmiştim, diyorsun ki, “En ahlaksızların ahlakı, en kötülerin iyiliği, en bencillerin diğerkâmlığı, en zalimlerin masumiyeti kimselere bırakmadığı bir dünya. Dünya bu. Dünya böyle. Peki bu yeni dünyanın dışında kalanlar yok mu? Var, deliler.” Dışarısı onlar için tehlikeli bu durumda...
F.A.: Evet, öyle gözüküyor. Yani genellemelerden kaçınarak konuşayım. Yani böyle görüyorum. Ama genelde büyük konuşmalar, atıflar oluyor. Kişisel olarak bakmak lazım. Fakat görünen bu. Kitleleşmiş kalabalıkların içerisinden hiçbir kimseye hayır çıkmayacağı ortada. Ne olur? Ne olacağı konusunda dediğim gibi, haddim değil büyük konuşmak. Biz de geldik gidiyoruz ve gördüğünüz kadarıyla bir yorumda bulunamıyoruz. Okuduklarımızdan da biraz süzerek benim görüş alanımdan bunlar gözüküyor özetle.
N.S.: Çok teşekkürler Fatih Bey. Devam edeceğiz konuşmaya, tartışmaya, direnmeye bir şekilde ve akıl sağlığımızı korumaya. Ya da toptan delireceğiz ve rahata ereceğiz.
D.T.: Evet, delirmek belki de en güzeli.
F.A.: Onu tabi yaşayan bilir. Kulağa hoş geliyor ama sonuçta yaşayan açısından da çok sıkıntıları olan bir durum, delilik. Başka bir zaman, belki daha detaylı konuşulabiliriz bu konuda.
D.T.: Belki bir Ada programı daha yaparız, daha dobra. Kabul edersen de çok seviniriz. Evet, bugün konuğumuz psikiyatr, yazar Dr. Fatih Altınöz idi. Kendisine ve bizi dinlediğiniz için sizlere çok teşekkür ederiz. Hoşçakalın.